Tüm bunlar nasıl başladı. Hiç merak ettiniz mi? Okullarda bize anlatılan Dünya tarihinin ne kadarı tamdı? Bana sorarsanız Dünya tarihi koca bir boşluk ile bizlerin önüne serilmekte. Yapılan her yeni arkeolojik kazı ile zamanda biraz daha geriye doğru yolculuğa çıkıyoruz. Her bulunan ile de biraz daha şaşırıp Dünya tarihini yeniden ele alıyoruz. Şimdi sizlerle bulunan tabletler ve de arkeolojik bulguları da değerlendirerek Dünya tarihini, dinleri ve sembolizmi yeniden ele alalım.
‘….. Bir ağacın meyvesi ile beslenen bir topluluk vardı. Ağacın bir tarafındaki meyveyi yiyorlar, diğer tarafındakileri ağızlarına almıyorlardı. ‘Erlik’ bunun sebebini sordu. İnsanlar da ona cevap verdiler: ‘Tanrı bize bu dört dalın meyvesini yemeyi yasak etti. Güneşin doğduğu yanda bulunan beş dalın meyvelerinden yemeyi buyurdu. Yılan ile köpeğe bu ağacın dört dalından yemek isteyenleri bırakma diye emretti. Bundan sonra Tanrı göğe çıktı. Beş dalın meyveleri bizim aşımız oldu dediler. Erlik bunları duyduktan sonra, Tanrı yalan söylemiş. Siz bu dört dalın meyvelerinden de yiyiniz dedi. Sonunda Törüngey ile karısını kandırıp yasak meyvelerden onlara yedirdi.
O anda her ikisinin de tüyleri dökülüverdi. Derken Tanrı geldi. Törüngey’e şöyle dedi: Beni dinlemedin ve şeytanın sözüne kandın. Onun sözüne kananlar onun ülkesinde yaşayacaklar, benim nurumdan mahrum olacaklar, karanlık dünyada bulunacaklardır”
(Altay Efsanesi-Yerin Yaratılışı Bölümü)
”….. Ve henüz yerde bir kır fidanı yoktu. Ve bir kır otu henüz bitmemişti. Rab Allah yerin üzerine yağmur yağdırmamıştı. Ve toprağı işlemek için adam yoktu. Ve yerden buğu yükseldi. Ve bütün toprağın yüzünü suladı. Ve Rab Allah nefesini üfledi. Ve adam yaşayan can oldu. Ve Rab Allah şarka doğru Aden’de bir bahçe dikti. Ve yaptığı adamı oraya koydu. Ve Rab Allah görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında ”Hayat Ağacı’nı ve İyilik ve Kötülük Ağacı’nı” yerden bitirdi. Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıkardı dört kola ayırdı. Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye fakat İyilik ve Kötülük Bilgisi Ağacı’ndan yemeyeceksin. Çünkü onu yediğin günde mutlaka ölürsün..”
(Tevrat’ın II. Bab, 5-17. Ayetler’i)
Tüm kutsal kitaplar ile aklınıza gelebilecek yazıtlardan tutun da tablet çevirilerine kadar hepsinde aynı yaratılış hikayesi ufak farklılıklar ile anlatılır. Her daim bir yılan ve ağaç motifi bizi karşılamaktadır. Dünyanın yaratılış hikayesinde ise bizleri her daim bir su öğesi karşılar. Aden bahçesinin nehirleri gibi ya da Tanrı’nın yağmur yağdırması gibi tabirler yer almaktadır. Gelin şimdi buradan Antik Mısır toplumuna ve onların bize aktardığı Dünyanın yaratılış hikayesine bakalım;
Başta sadece bir farklılaşmamış bilinç olan ve bir formu dahi olmayan Nun vardı. Daha sonra başlangıçtan beri var olan suların içinden beliren Güneşin Neteri (doğanın kozmik güçlerini temsil eden bu ruhlara neter adı veriliyordu.) Ra ile hayat var olmaya başladı. Diğer dokuz Neteru da Ra ile birlikte var oldu. Her biri Ra’nın parçalarından oluştu. Her biri yaratımın farklı bir kozmik yapısını temsil etmekteydi. Ra’nın ilk doğan çocuğu havanın Neteri olan Shu oldu. Daha sonra ilk doğan kızı suyun Neteri olan Tefnut oldu. Shu ve Tefnut’un bir araya gelmesi ile de toprağın Neteri olan Geb ve göklerin Neteri olan Nut doğdu. Geb ile Nut’un birlikteliğinden ise alt katman Neterler olan Asar, Aset, Set, Nebhthet ve Heru doğdu. Bu 5 Neter’in de doğumu ile her şeyin bir varlığı oluştu ve insanlar da meydana geldi.
Şimdi de biraz daha kafanızı karıştırarak sizlere Eski Ahit’ten yani Tora’dan bahsetmek istiyorum. Burada anlatılanlar ışığında;
Rab başlangıçta göğü ve yeri yarattı. Tanrı karanlık suların üzerinde yüzerken ışık olsun dedi ve karanlıktan ışığı ayırdı. Bu şekilde gece ve gündüz oldu. Kuru toprağı ayırdı ve mevsimler oluştu. Tanrı insanı kendi suretinde erkek ve kadın olarak yarattı. Yeryüzünde her türlü tohumu ve meyveyi besin olması için onlara verdi. Yedinci günde Rab yapmakta olduklarını bitirdi ve o gün de dinlendi. Yedinci günü kutsayarak kutsal gün olarak belirledi. Rab doğuda Aden’de bir bahçe dikerek Adem’i oraya koydu. Orada diğer ağaçların yanında yaşam ağacı ile iyi ve kötüyü bilme ağacı da yer almaktaydı. Aden’de bir ırmak doğdu ve bahçeyi dörtde ayırdı. İlk ırmak olan Pişon, altın kaynakları olan Havile sınırı boyunca akıyordu. Orada iyi altın, reçine ve oniks bulunurdu. Diğer ırmak Gihon’du. Kuş sınırları boyunca akardı. Üçüncü ırmağın adı ise Dicle’ydi, Asur’un doğusundan akardı. Dördüncü ırmak ise Fırat’tı.
Burada adı geçen Pişon ve Gihon’un Seyhan ve Ceyhan olduğu düşünülmektedir.
Tanrı Adem’ istediği ağacın meyvesinden yiyebileceğini söyledi ancak iyi ve kötüyü bilme ağacından yememesi gerektiğini aksi halde öleceğini söyleyerek de onu uyardı. Tanrı onun yalnız kalmasını istemediği için başka canlılar da yarattı. Hepsinin isimlerini Adem’in koymasına izin verdi. Tanrı Adem’e uygun birini yaratmadığı için ona derin bir uyku verdi. O uyurken kaburga kemiğini alıp yerini etle kapattı.. Sonra o kemikten de kadını yaratıp onu Adem’e getirdi. İkisi de çıplaktı ve utançtan haberleri yoktu. Kadın yılan ile karşılaştığında yılan Tanrı gerçekten hiç bir ağacın meyvesinden yemeyin dedi mi diye Havva’ya sordu. Havva da hangi ağacın meyvesini yiyemeyeceklerini açıkladı. Yılan da ölmeyeceklerini aksine iyi ve kötüyü bilip Tanrı gibi olacaklarını söyledi. Havva buna inandı, önce kendi yedi, sonra eşine yedirdi. İkisinin de bir anda gözleri açıldı ve çıplak oldukları akıllarına geldi. İncir yaprakları ile üstlerini örttüler. Rab bahçede yürürken onlara seslendi. Adem de korktum saklandım çünkü çıplağım diye cevap verdi. Bunun üzerine Rab, çıplak olduğunu kim söyledi yoksa yasak ağacın meyvesini mi yedin diye sordu? Adem Havva’nın ona verdiğini, Havva ise yılanın onu kandırdığını söyledi. Rab yılanı lanetledi ve sürüneceksin dedi. Kadının soyu ile seni düşman edeceğim diye de ekledi. Yılanın başını kadın soyunun ezeceğini, yılanın da onun topuğuna saldıracağını söyledi. Kadına dönerek ‘’sen çocuk doğuracaksın’’ dedi. Ancak çok acı çekeceksin de diye ekledi. Adem’e de toprağı lanetlediğini ve yaşam boyu emek vermeden karşılığını alamayacağını söyledi. Rab onlara deriden giysi verdi ve bizden biri haline geldiler. Adem’i Aden’den kovdu ve tekrar giremesin diye de her yere alevli kılıçlar yerleştirdi.
Eski Ahit’te de anlatılanlar ışığında yine karanlık suların içinde yüzen ve de karanlık ile ışığı ayıran bir Tanrı anlatımı bizi karşılıyor. Şimdi sizde de esas kaynağa yani tüm kutsal metinlerinin kaynağı olan ilk metnin kaynağına dair bir merak oluşmadı mı? İşte tarih sayfalarında aslında en büyük açık burada devreye giriyor. İnsanların yerleşik hayata geçişi tarihte, MÖ. 7.000’li yıllarda bugün kalıntıları Konya’da bulunan Çatalhöyük Antik Kenti olduğu düşünülmekteydi. Şanlıurfa’da Göbeklitepe kazı çalışmalarına Alman arkeolog Klaus Schmidt’in önderliğinde başlanması ile bu tarih daha da eskiye uzanarak MÖ.9500’lü yıllara gitmiştir. Hatta onun çok yakınında yer alan Karahantepe’nin çok daha eskiye dayandığı da düşünülmektedir. Çıkarılan objeler sonucunda bu bölgede yerleşik bir yaşantının olduğu çok açıktır. Ancak bu yerleşik toplum sizce daha başka ve kalabalık bir toplumun kalıntısı olabilir mi? Tüm bu soruların ve kafa karışıklıklarının cevabı belki de bugün ne yazık ki hala varlığı kanıtlanamamış Mu kıtası yani diğer adı ile Lemurya’da saklıdır. Bazı kaynaklarda 50.000 yıl öncesi bazısında da 70.000 yıl öncesinde yaşamış bir medeniyetten söz edilir. Araştırmacı ve bir kaşif olan günümüzde kendisini Kayıp Kıta Mu, Kayıp Kıta Mu’nun çocukları kitapları ile tanıdığımız James Churchward’ın kitaplarında Tibet’te bir tapınakta yer aldığı iddia edilen ancak ne yazık ki bir türlü bulunamamış Naacal tabletlerinin çevirileri bulunmaktadır.Yaklaşık günümüzden 12.000 yıl öncesinde de üzerinde yaşayan 64 milyon insan ile battığı söylenen Mu kıtasına ait çok fazla bilgi barındırmaktadır. Bu tabletlerde Mu’dan ‘’Ana Kara’’ diye bahsedilir. Bunun sebebi Mu’nun köken olarak ‘’Ma’’ yani ‘’Anne’’ den gelmesidir. Başrahip Rishi ile James Churcward’ın yaklaşık elli sene süren çeviri süreci ile bu bilgiler elde edilmiştir. Mu kıtası bugün Avustralya’ya yakın bir yerde gösterilmektedir. Bu bilgilerin günümüze gelmesini sağlayanlar ise Naacal Rahipleridir. Biz bu rahipleri Antik Mısır’da farklı bir ad ile, Osiris Rahipleri olarak biliyoruz. Bugün Pisagor, Platon, Hz. Musa gibi pek çok önemli ismin ise Osiris rahipleri tarafından inisiye edildiği bilinmektedir. Yani aslında temelde bir kök din olduğundan ve bu bilgilerin sembolizm ve inisiyasyona dayanan süreçler ile aktarıldığından bahsedebiliriz. Bu Antik Kentin derinlerine inmeden önce gelin Naacal tabletlerinde yer alan yaratılış destanına bir göz atalım;
‘’Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Tanrı ‘’ışık olsun’’ diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa gündüz karanlığa gece adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu. Tanrı, suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın, diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gökkubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Ve bu şekilde Dünya oluştu.’’
Sizce de bütün yaratılış destanları aynı değil mi? Şimdi gelin bu medeniyetin derinlerine bir yolculuğa çıkalım.
Lemurya topraklarında on kadar kabilenin varlığını sürdürdüğünden bahsedilir. Bu kabilelerin üyeleri kendi aralarında ortak bir kral seçerdi. Bu kralın adına da ‘’Ra’’ derlerdi. Daha sonralarında ise bu kralın ismini ‘’Ramu’’ koymuşlardır. Ramu hem başrahip, yani dinin temsilcisi hem de kral konumundaydı. Ancak bu kral Tanrı gibi görülmezdi. Mu’da da bu günkü gibi tek tanrı inancı hakimdi. Ramu sadece yönetici konumundaydı. Burada çoğunlukla beyaz tenli insanların yaşadığından bahsedilmekteydi. Siyah saçlı ve iri siyah gözlü insanlar olduğundan. Kıtanın zenginliğinden de sıklıkla bahsedilmektedir. Mu’da yedi tane şehir vardı. Bu yedi şehir adanın kıyı bölgelerinde yer almaktaydı. Burada yaşayanlar gemicilik ile uğraşmaktaydılar. Yani aslında bugünkü toplumlardan çok da farklı olmadıkları görülmektedir. Koloniler kurup bu koloniler ile ticaret yaparak zenginliğe ulaşmışlardır. Evleri yine taştan yapılmış büyük bir bahçe alanı olan yerlerdi. Hizmetkarları da bulunmaktaydı. Ana zengin olan grup akşamları görkemli toplantılar düzenler ve bu alana resmi şık kıyafetler ile katılırlardı. Gemilerde de çok fazla müzikli eğlence yapıldığı yazılmaktadır. Burada Kai denilen tapınakların da varlığından söz edilmekteydi. Bu tapınakların bildiğimiz tapınak anlayışından farklı olarak tepeleri açıktaydı. Burada ibadet edilirdi ve Ra’nın ışıklarının onlara değmesi amaçlanmaktaydı. Aslında yaratıcı ile ilişkilerinde güneş ışıklarını temel almaktadırlar.
Mu’dan sonra hiç bir kayıt bulunmamakla birlikte ilk uygarlığın oluşumunun günümüzden dokuz bin yıl önce Göbeklitepe ile başladığı görülmektedir. 1875 yılında Sümer tabletlerinin çıkarılması ve 1915 yılı civardında okunması ile ile aslında tekrar eden yaratılış ve ilk günah anlatımlarını görüyoruz. Hummel adında bir filolog ise bunun Türk dili ile bağlantısı olduğunu iddia etmiştir. Bu dilin eklemli bir Ural-Altay dili olduğu 1875’ten 1915 yılına kadar özellikle İngilizler ve Fransızlar tarafından reddedilmiştir. İşte bu sebeplerle Sümer’le pek ilgilenilmemiş, üstü kapatılmıştır. Odak tekrar Mısır’a dönmüştür.
Tüm bu anlatımlar ışığında Mu kanıtlanmış olsaydı Göbeklitepe’nin Mu’nun kolonilerinin bir parçası olduğunu düşünmek çok da zor olmayacak ve kayıp tarih parçaları birbirini tamamlayacaktı. Aslında hem tarihin hem de Türklerin kökenine dair çok fazla soru işaretinin bulunması Mustafa Kemal Atatürk’ü de düşündürmüş olacak ki uzunca bir süre dikkatini Mu kıtasına dair araştırmalara vermiştir. Hatta James Churchward ile Mu kıtası araştırmaları sebebiyle oldukça ilgilenmiş kitaplarını hızlı bir şekilde Türkçe’ye çevirtmiştir. Ayrıca kendisini ülkemize davet etmiştir, ancak sağlık sorunları sebebi ile gelememiştir. Atatürk’ün Mu ile ilgilenmesinin temel sebebi Türklerin tarihteki kökenlerine ulaşmaktır. Bu sebeple Sümer kültürü ile ilgilenmiş ve bölümlerini oluşturmuştur. Eğer Türklerin Sümer ile bağlantısını kanıtlarsa Anadoludaki Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının ilelebet süreceğine inanıyordu. Hatta Mu kıtası ile Türkler arasında kurduğu bağlantılardan dolayı Tahsin Mayatepek’i araştırmalara devam etmesi için Meksika’ya yollamıştır. Bu konu hakkındaki çalışmalarına ölümü ile ne yazık ki devam edilmemiş ve tüm topladığı bilgiler bugün Anıtkabir kütüphanesinde yer almaktadır.
Bir çok medeniyet sonlanmış ve küllerinden bambaşka medeniyetler doğmuştur. Dünya tarihinde hala çok fazla eksik sayfa bulunmakla birlikte insan ırkının her seferinde bir yıkımla sonlanıp tekrar küllerinden doğduğunu görüyoruz. Bunu bize sembolizmin de yardımı ile Kur’an zaten söylemiştir.
”Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmediler mi? Onları, sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde yeryüzüne yerleştirmiş, gökten bol yağmur yağdırmış, altlarından ırmaklar akıtmıştık.Fakat onları günahlarından ötürü yok ettik ve ardından başka bir nesil yetiştirdik.”
(En’am Suresi: 6/6)
Herkes algılayabildiği kadarını alır ve o ölçüde yaşar. Kutsal kitaplara bakışımız da algı seviyemize göre değişicektir. Yaptığım araştırmalar ile bir de benim gözümden Dünya tarihine bakmanızı istedim. Belki kafanız karışmış olabilir ama karışıklık iyidir. Karışmadan, sorgulamadan, araştırmadan ruhumuz eksik kalır. Her gün en yüksek potansiyelimize daha çok ulaşmamız niyeti ile..